Yusuf Gönüllü Olmak – Sohbet

0
306

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Rasulullah (sav) buyurdular:,

“Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)


 

İçerisinde birçok hikmetli söz ve hikâyeler ihtivâ eden Bostan adlı eserinde Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle anlatır:

“Bir kişinin merkebi çamura batmıştı. Ne kadar gayret sarf ettiyse bir türlü hayvanını battığı yerden çıkaramadı. Bu esnada da gökyüzünden sicim gibi yağmur yağıyor, soğuk hava ise ilikleri donduruyordu. Bütün bunlara ilâveten bir de yavaş yavaş üstüne çöken karanlık içerisinde kalan adamcağız, çok müteessir ve muzdarip bir hâldeydi.

O kişi, bu dert ve acı içerisinde sabaha kadar kötü sözler söyleyerek etrafa lânetler savurdu. Öyle ki, dilinden ne dost kurtuldu ne düşman, ne ahâlî kurtuldu ne de sultan…”

Olacak bu ya, adam böyle sövüp saymakta, etrafa lânetler savurmak iken padişah oradan geçti. Durumun farkında olmayan adam, uygunsuz ve haddi aşan sözlerine devam etti. Pâdişâhın bu sözleri işittiğini anladığında ise adamcağız, mahcûbiyetten sanki yerin dibine girdi. Bu mahcûbiyetle ne cevap  verebildi ne de özür dileyebildi.

Pâdişah buna çok kızdı ve etrafında bulunanlara hiddetle:

“-Eşeği çamura batmışsa benim suçum ne? Ben batırmadım ya! Benden ne istiyor, bana niçin kötü söz söylüyor?” dedi.

Beraberindekilerden biri pâdişâha:

“-Padişâhım, hemen boynunu vurdurun! Dünyadan nam ve nişânı kalksın!..” dedi.

Büyük pâdişah, gönlünde çağlayan ilâhî rahmetle düşündü, taşındı. Baktı ve gördü ki adam, içine  düştüğü dert dolayısıyla mihnet içinde bunalmış, eşeği de çamura batmıştır.

Zavallı adamın hâline acıdı. Kaba ve uygunsuz sözlerinden kabaran öfkesini yuttu. Bununla da yetinmeyip tuttu, ona altın, at ve kürklü kaftan ihsân etti. Zira pâdişah biliyordu ki: “Öfke zamanında merhamet, en güzel şeydir.”

Bu hâdiseyi duyan biri o ihtiyara:

“-Ey akılsız ihtiyar, ölümden nasıl kurtuldun, hayretteyim?” diye sordu İhtiyarsa onun bu suâline şöyle cevap verdi:

“-Sus! Ben o sırada çok elemli idim. O dert de aklımı başımdan almıştı, yani kendime mâlik değildim. Bu sebepten ben, bana yakışmayan bir şey yaptım. Pâdişâha gelince, o sultânımız da kendisine yakışanı ihsan ve ikrâmı yaptı.”

İşte, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhi af ve mağfiret deryâsına tâlip mü’min bir yüreğin, her hâlükârda taşıması gereken bir fazîlet… Yani kendisine nâhoş hareket ve işlere aynıyla değil, bilâkis İslâm’ın gerektirdiği bir güzellik içerisinde mukâbelede bulunmak…” (Osman Nûri Topbaş, Gönül Yolculuğumuz, Erkam Yay.)

Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)

en-Nâfi’: Hayır ve menfaat verici şeyleri yaratan, iyiliğe ve maksuda ulaştıran, kulunu hayra ve iyiliğe yönelten kapıları açan, ahretine faydalı olacak şeye kavuşturan demektir.

Kısa Günün Kârı

Mevlana Hazretleri şöyle der:

“Lûtuf merhemi ol: inciten diken olma! Kimseden bir kötülük gelmesini istemiyorsan: kötü sözlü, kötülük öğreten, kötülük düşünen olma! Her hâlinle amel-i sâlih içinde ol.”

Lügatçe

ihtivâ: İçerme.
sicim:
İnce ip.
müteessir:
Üzülmüş, üzüntülü.
muzdarip:
1. Sıkıntılı, ıstırap çeken.
mağfiret:
Allah’ın, kullarının günahlarını bağışlaması.
nâhoş:
Hoş olmayan, hoşa gitmeyen.
mukâbele:
Karşılık verme, karşılama, karşılık.

Altınoluk

Hafız Yetiştiriyorum

Bir yorum ekleyin